Hakkımda / About me

Fotoğrafım
Bu blog, bilim tarihi yüksek lisansımdaki (Ank.Üni/DTCF) ödevlerimi paylaşma amacıyla açılmıştır. Özel ilgi alanlarım Mantıksal Pozitivizm, Viyana Çevresi ve özellikle Rudolf Carnap'tır. Bu konularla ilgili olanların, gerek fikir gerekse materyal paylaşımı için irtibata geçmeleri beni çok memnun eder. Mail adresim: akkaya_faruk@hotmail.com veya akkayafaruk@yahoo.com . ************************ This blog's purpose is to share my essays (unfortunately they are in Turkish) which I wrote during my history of science master education (in Ankara University/Department of Philosophy). I am especially interested in Logical Positivism, Vienna Circle and Rudolf Carnap. I would be so glad to be in contact who would like to share ideas and materials about these subjects. mail: akkaya_faruk@hotmail.com & akkayafaruk@yahoo.com

22 Kasım 2010 Pazartesi

BİLGİNİN SEKÜLERLEŞMESİ SÜRECİNİN ENTELEKTÜEL KÜLTÜR OLUŞUMLARINDAKİ ROLÜNÜ NASIL KANITLAYABİLİRİZ?

Bilginin sekülerleşmesi deyimini bir kalıba sokmak istersek, elde edilen verilerin dini dogmalardan bağımsız olarak elde edilmesi diyebiliriz. Gerçi dini dogmalar bir kabul olarak değerlendirilirse, bilimde kabullerin çok önemli bir yeri olduğunu bilmeliyiz. Fakat dini kabulleri diğer kabullerden ayıran en önemli özellik, dinin bütüncül yapısıdır. Dinin kendi sistemi içinde eğer bir öğeyi kabul etmezsek, diğerlerini de reddetmiş sayılabiliriz.

Bilginin ve bilimin bu boyunduruktan kurtulması, oldukça uzun bir süreçtir. Bu sürecin en önemli temsilcilerinden birisi olarak Kopernik’i anabiliriz. Kopernik evrenin merkezinden dünyayı almış ve dünyayı koymuştur. Bu teorinin çok büyük yankıları olmuştur. Öncelikle dünyanın döndüğünü iddia etmesi, kutsal öğretinin yanıldığını savlıyordu. Her ne kadar İncil dönmüyor dese de, dönüyordu işte! Fakat bu teorinin getirdiği asıl büyük kafa karışıklığı evrenin merkezi problemi olmuştur. Madem tanrı tüm varlıkları tek bir şey için yaratmıştır; uğruna tüm yaratılışın gerçekleştirildiği üstün yaratık nasıl olur da evrenin merkezinde olmazdı? Yoksa evrenin amacı insanlık değil miydi? Eğer biz değilsek, başka birşey de olmayabilirdi. Yani evrenin bir amacı olmayabilirdi!

Gökbilimi, bilimin ve tarihinin başlangıcı olarak kabul edersek; daha sonra koyulmaya çalışılan yasalar giderek bize daha çok yaklaştı. Önce evren, sonra yeryüzü, sonra hayvansal/bitkisel yaşam, sonra insan bedeni ve nihayet akıl, zihin gelmektedir.

İşte yeryüzünün oluşumu hakkında da bir takım çelişkiler yaşanmıştır. Kutsal öğretiler kendilerini dünyanın yaşı hakkında fikir belirtmek yeterliliğinde görüyorlardı. İlk günahtan sonra Adem ve Havva’nın yeryüzüne düşmesi, ölümlü hale gelmesi, bu günahla birlikte hayvanların birbirlerini öldürmeye başlaması ve nihayetinde Nuh tufanı ile gelen büyük cezalandırma. Bu düşünce sistemine göre Tanrı dünyayı bir kez kuralları ile birlikte yaratmıştır ve artık herhangi bir müdahalesine gerek yoktur.

Daha sonra Kant 1755’te “Tabiat tarihi ve genel gökyüzü kuramı” adlı incelemesinde uzayda tedrici bir değişimden bahsetmektedir. Ve 1796’da Laplace “bulutsu” kavramını gündeme getirdi. Başlangıçta tüm evrenin bir bulutsu olduğunu ve zamanla daha hızlı dönmesiyle kopmaların gerçekleştiğini ve gezegenlerin böylece oluştuğunu belirtmiştir.

Dünyanın jeolojik gelişimi ile ilgili bir çok tez ortaya atılmıştır. Dini otoriteler, jeolojik olarak Nuh Tufanı’nı görüyorlardı. Günümüzdeki modern öğretiye en yakın teoriyi Hutton 1788’de yayınlamış ve geçmişteki coğrafi olayların bugünkilerden farklı olmadığını belirtmiştir.

Bu konudaki asıl zorluklar Amerika kıtasının keşfi ile ortaya çıkmıştır. Amerika, Ağrı Dağı’ndan çok uzaktaydı. Sadece Amerika’da olan hayvan türleri oraya nasıl gitmişlerdi? Madem gidebilmeleri imkansız, o zaman orada kendiliklerinden oluşmuşlardır. 1770 yılında Avustralya keşfedildiğinde kangurular görüldü. Bu kangurular neden başka bir yerde yoktu? Başka bir sorun ise keşfedilen hayvan çeşidinin milyonu geçmesi idi çünkü Nuh’un Gemisi bu kadar türden birer çift alabilecek miydi acaba? Tüm bu sorular, dini öğretiden soyutlanmış bazı teorileri gerektiriyordu. Ve meşhur evrim kuramına kadar uzanan bu şekilde başlamış oldu.

Aslında Descartes’in rasyonalizmi, bu devre hakim olan ruhu en açık şekliyle ifade etmektedir. Descartes, din ile bilimin birbirlerinden bağımsız oldukları ilkesini ortaya koydu. Bilimin kendisine mahsus bir alanı vardır: Doğa. Kendisine ait konusu vardır: Doğa kanunlarını kendisine maletmek. Kendisine mahsus aletleri vardır: Matematik ve deney.

Din ise ruhun dünya ötesindeki durumu ile ilgilenir. Bilim ve din ne birbirlerine üstünlük kurarlar, ne de güçlük çıkarırlar. Çünkü normal ve meşru bir zeminde ilerlerse, birbirlerine hiç rast gelmezler. Ortaçağda ilahiyat felsefeye sonuçlar gösteriyordu, bir takım ilkeler koyuyordu ve buradan hareket etmeye zorluyordu.Şimdi ise bilim ve din, karşılıklı olarak, hürriyet ve bağımsızlıklarına sahipti.

Tabi bundan,insan zihninin bilim ve dini birbirlerine yabancı iki gerçek olarak kabul ettiği sonucu çıkarılamaz. Felsefi düşünce, bunların birbirlerinden kesin şekilde ayrı şeyler olduğunu kabul edemez. Descartes’çı doktrin burada devreye girmektedir. Bu doktrin, mantık açıdan birbirine indirgenmesi imkansız olan ve farklı şeyler arasında bağlantı ve uygunluk sağlayan bir doktrindir.

Descartes “Düşünüyorum, o halde varım!” önermesiyle daha önceden bilinmeyen bir irtibat kurmak istemektedir. Böyle bir irtibatın varlığı nasıl keşfedilmeli? Deney bize bilgiler sunuyor. Duyuların getirdiği deney, sezgi ile yorumlanıyor ve genel bir takım bilgiler çıkarıyor. Bu zorunlu iribat ilkesine ise “akıl” denilmektedir. İste Descartes rasyonalizmi, ak özel bir güç veriyor, bir irtibat yeteneği sağlıyor. Varolmayı düşünmeye bağlayan bir hükmün temelini akılda bulduğu gibi, insanın tanrı ile ve tanrının evren ile olan ilişkisini de yine akılda buluyor. Ve buradan bilim ve dinin uyumuna ulaşıyor. İşte “Modern Rasyonalizm” denilen ve 17-18 yy. felsefi düşüncesine hakim olan düşünce budur.

Şüphesiz, bilimsel bilginin dini etkiden kurtulduğu başka alanlarda vardır. Tıp, kimya, biyoloji, psikoloji vb. bilim dalları bunlardandır.

Bu bilim dallarının hepsinde, gerçekler inkar edilemez bir şekilde kendilerini gösterdiklerinde değişimler yaşanmıştır. Din şunu kabul etmek zorunda kalmıştır: Herhangi bir doğa olayı karşısında öğretinin yanılması, dine zarar vermemelidir. Din buna alışmalıdır. Alışmıştır da! Fakat bu bilim adamlarının dinsizliği anlamına gelmemektedir. Ne Newton dinsizdi, ne de Darwin. Bu değişiklikler aslında neyi göstermiştir: Tanrı’nın mutlak varlığından yapılan tümdengelim, yerini gözlemden alan tümevarıma ağır ağır bırakmıştır. Aynı şekilde, kesinlikle reddedilemez mutlak doğruların yerini muhtemel/yanlışlanabilir doğrulara bırakmasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder